... Hemen birkaç gün içinde badanacılar, boyacılar, temizlikçiler ve duvar kâğıtçıları, evi önceki yağlı sakinlerinden temizlemek üzere geldiler, çekiç, fırça ve kazıma sesleri birbirini izledi, ama annem bütün bunları duymaktan memnundu, karşı dairedeki pis hayatın nihayet bittiğini söylüyordu. Seni taşınma sırasında da görmedim: Bütün bu çalışmalara, ancak yüksek tabakadan kişilerin evlerinde çalışan türden uşağın, yani o kısa boylu, ciddi ifadeli, kır saçlı bey nezaret ediyor, her şeyi sessiz ve sadece konuya yoğunlaştığını gösteren bir tavırla, yukarıdan bakarak yönetiyordu. Hepimizi derinden etkilemişti, bunun birinci nedeni varoşta bulunan binamız için bir uşağın çok yeni bir şey olmasıydı, ikinci nedeni ise, kendini normal hizmetlilerle bir tutmaksızın ve öyleleriyle arkadaşça sohbetlere girmeksizin herkese son derece kibar davranmasıydı. Annemi daha ilk günden bir hanımefendi yerine koyarak selamlamaya başlamıştı ve benim gibi bir yaramaza karşı bile her zaman içten ve ciddiydi.
Senin adını söylediğinde, bunu özel bir saygı ifadesiyle yapıyordu –sana alışılagelmiş bir hizmet ilişkisinin çok ötesinde bağlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Evet, bundan dolayı çok sevmiştim o iyi yürekli ve yaşlı Johann’ı, oysa her zaman yakınında olabildiği ve sana hizmet edebildiği için aynı zamanda onu kıskanıyordum da.
Bütün bunları sana anlatıyorum, sevgilim, bütün bu küçük, neredeyse gülünç olayları sana daha en baştan itibaren o ürkek ve çekingen çocuğu, yani beni nasıl böylesine etkileyebilmiş olduğunu anlaman için anlatıyorum. Daha sen kendin benim hayatıma girmezden önce, çevrende sanki bir ışık halkası, zenginliğin, farklılığın ve sır perdesinin oluşturduğu bir alan vardı –bizler, varoştaki o küçük binada yaşayanlar (çünkü daracık hayatları olanlar, kapılarının önüne gelen her yeni karşısında meraka kapılırlar) sabırsızlıkla senin taşınmanı beklemeye başlamıştık. Ve sana yönelik bu merakım, bir öğleden sonra eve geldiğimde ve mobilya dolu arabanın binanın önünde durduğunu gördüğümde doruğa varmıştı. Hamallar çoğunu, ağır parçaları daha önce yukarıya taşımışlardı, şimdi daha küçük parçalar teker teker götürülmekteydi; ben, her şeye hayretle bakabilmek için kapıda durdum, çünkü bütün eşyan daha önce hiç görmediğim kadar tuhaf bir farklılığı sergilemekteydi; bu eşya arasında Hindistan’daki tanrıların tasvirleri, İtalyan heykelleri, parlak renkler taşıyan büyük resimler vardı ve sonra en arkadan da kitaplar geliyordu, tahmin edemeyeceğim kadar çok sayıda ve güzel kitaplar.
Bunların hepsi kapının önüne üst üste konuyordu, orada onları uşak teslim alıyor ve tüy süpürgeyle özenle her birinin tozunu alıyordu. Merakla gittikçe büyüyen yığına yaklaştım, uşak beni oradan göndermedi, fakat cesaretlendirmedi de; bu yüzden hiçbirine dokunmayı göze alamadım, oysa bazılarının yumuşak derisini hissedebilmeyi çok isterdim. Ürkek bir şekilde sadece yanlarından adlarına baktım: Aralarında Fransızca, İngilizce kitaplar vardı, bazıları da hiç bilmediğimdillerdendi. Öyle sanıyorum ki, hepsini saatlerce seyredebilirdim: Tam o sırada annem beni içeri çağırdı.
Henüz tanışmamamıza rağmen, bütün akşam boyunca elimde olmadan seni düşündüm. Benimyalnızca bir düzine kadar ucuz, eskimiş karton ciltli kitabım vardı, onları her şeyden çok severdim ve hep yeniden okurdum. Ve şimdi bütün bu harika kitapların sahibi ve okuru olan, bu dillerin hepsini bilen, bunca zengin ve aynı zamanda da bunca bilgili biri acaba nasıl bir insandır, sorusu kafamı kurcalıyordu. İç dünyamda olağanüstü denilebilecek, derin bir saygı, bu kadar çok kitabın varlığı düşüncesiyle birleşmişti. Kafamda senin resmini çizmeye çalıştım: O resimde gözlüklü, uzun beyazsakallı yaşlı bir adamdın, bizim coğrafya öğretmenimize benziyordun, sadece ondan çok daha iyi, güzel ve yumuşak başlı biriydin –seni kafamda yaşlı bir adam olarak canlandırdığım halde, nasıl olup da daha en baştan aynı zamanda yakışıklı olman gerektiğine bunca inanmış olduğumu bilemiyorum. O gece ve daha tanımadan, hayatımda ilk defa olmak üzere, senin hayalini kurmuştum.
Ertesi gün taşındın, fakat onca gözetlememe rağmen seni göremedim –bu, merakımı daha da artırdı.
Sonunda, üçüncü gün, seni gördüm ve şaşkınlığım çok büyük oldu, çünkü çok farklıydın, o çocuksu Allah baba imgesiyle hiçbir ilintin yoktu. Gözlüklü, tatlı, yaşlı bir adamdı hayalimdeki ve sonra sençıkageldin, yani bugünkünden hiç farksız olan halinle sen, yılların üstünden akıp gittiği, o hiç değişmeyen insan! Sırtında açık kahverengi, çok şık bir spor giysi vardı ve bir erkek çocuğunkini andıran, eşsiz hafifliğinle, her defasında iki basamağı birden aşarak, merdivenden yukarıya koşmuştun. Şapkanı elinde tutuyordun, o yüzden aydınlık ve canlı yüzünü, gencecik saçlarınla birlikte, anlatılması olanaksız bir şaşkınlıkla görebildim: Evet, ne kadar genç, ne kadar hoş, ne kadar tüy gibi hafif ve şık olduğunu görünce, şaşkınlıktan korkuya kapılmıştım. Ve şu da çok tuhaf değil mi, gerek benim gerekse başkalarının sendeki o kendine özgü bir nitelik olarak her defasında hayretle algıladığımız özelliğinin farkına daha ilk anda varmıştım: Sen, bir anlamda ikili kişiliği olan bir insandın, hem sıcakkanlı, hayatı hafife alan, kendini bütünüyle oyuna ve serüvene vermiş bir gençtin, hem de aynı zamanda sanatında acımasız bir ciddiyet sergileyen, görev bilinci taşıyan, son derece okumuş ve bilgili bir adamdın. Zamanla herkesin sende hissettiği bir şeyi ben bilinçaltımda algılamıştım, sen ikili bir hayat yaşıyordun, bir yönüyle aydınlık, tamamen dünyaya açık bir yüzey, öteki yönüyle ise çok karanlık ve sadece senin bildiğin bir yüzey –bu dipsiz derinliklerdeki ikili yapıyı, senin varlığının sırrını ben, yani daha on üç yaşında olan çocuk, sihirli bir çekim gücünün etkisiyle daha ilk bakışta hissetmiştim.
Benim için, bir çocuk için nasıl bir mucize olduğunu, nasıl baştan çıkarıcı bir esrar perdesi anlamına geldiğini şimdi anlıyor musun sevgilim! Kitaplar yazdığı için, o öteki ve büyük dünyada ünlü olduğu için saygı duyduğun bir insanın ansızın aynı zamanda genç, zarif, bir oğlan çocuğu gibi neşeli ve yirmi beş yaşında bir delikanlı olduğunu keşfetmek! Bilmem ayrıca söylememe gerek var mı, fakat o günden başlayarak evimizde, bütün o zavallı çocukluk dünyamda beni senden başka hiçbir şey ilgilendirmez oldu, on üç yaşındaki bir çocuğun bütün o yoğun ısrarcılığı ve inatçılığıyla yalnızca senin hayatının, senin varlığının çevresinde dolanmaya koyuldum. Seni izledim, alışkanlıklarını izledim, sana gelip giden insanları izledim ve bütün bunlar sana yönelik merakımı azaltacak yerde sadece çoğalttı, çünkü benliğinin ikili yapısı bu ziyaretçilerin farklılığında da dile geliyordu.
Gelenler arasında genç insanlar, senin arkadaşların vardı, onlarla gülüp eğleniyordun, neşen yerindeydi, çoğu dağıtmış olan üniversite öğrencileriydi bunlar ve sonra hanımlar vardı, onlar otomobillerle geliyorlardı, bir defasında operanın direktörü olan büyük orkestra şefi geldi, onu o güne kadar sadece uzaktan ve kürsüsünün başında, saygıyla izlemiştim, sonra küçük kızlar vardı, henüz ticaret okuluna gidiyorlardı ve kapıdan içeriye utangaç bir tavırla süzülüveriyorlardı, bu arada çok, hem de pek çok kadın da geliyordu. Özel bir şey düşünmüyordum onlar için, hatta bir sabah, ben okula gitmek üzereyken, yüzünü peçeyle tamamen kapatmış bir hanımın senin evinden çıktığını gördüğümde de bir şey gelmedi aklıma –zira henüz on üç yaşındaydım ve seni gözetlerkenki o tutkulu merakım, aslında çocuk kimliğinde yaşanan bir aşk olduğunun henüz farkında değildi.
Ama sevgilim, kendimi ne zaman sende bütünüyle ve sonrasız olarak yitirdiğimi hâlâ gününe ve saatine kadar hatırlıyorum. Okuldaki bir kız arkadaşımla gezintiye çıkmıştık, sonra binanın kapısında durmuş çene çalıyorduk. O sırada bir otomobil geldi, durdu ve sen, çekiciliği benim için bugün bile süren o sabırsız ve esnek tarzınla hemen arabanın eşiğinden atlayıp kapıya gitmek istedin...
# Stefan Zweig